Bizi Takip Edin

Makaleler

Derin ekoloji bağlamında kentte sokak hayvanlarıyla birlikte yaşamak olgusunun incelenmesi

25.05.2015

Gülçin ÜRGÜPLÜ KORKMAZ

Gulcin Urguplu Korkmaz
Y. Peyzaj Mimarı

“Trafik, kirli sokaklar ve gürültü… Her ne kadar büyük şehirlerde yaşamak stresli olsa da, birçok insan daha iyi para kazanabilme ve daha iyi koşullarda yaşama hayali ile büyük şehirlere akın ediyor. Bundan 50 sene öncesine kadar, dünya nüfusunun sadece üçte biri büyük şehirlerde yaşarken, bugün, şehirler dünya nüfusunun yarısından fazlasına sahip” diyor yapılan araştırmalar.

Şehirlerdeki insanlar, kırsal kesime oranla, daha sık ruhsal sorunlar çekiyor. Bunun en büyük nedeni doğadan çok uzaklaşmış olmaları mıdır? İnsan Doğa ilişkisinde insan merkezli yaklaşımlar özellikle II.Dünya Savasından sonra çevre sorunları ve Ekolojik kriz olarak ortaya çıkmış , günümüzün başlıca gündemleri haline gelmiştir. İnsan merkezci yaklaşım, tüm etik, ahlak ve hak kavramlarından uzak olan insanoğlunun Doğa’ya zalimce olan yaklaşımıdır. İnsan hem yapan hem yıkan bir varlıktır. Ekolojik krizin temel sebebi olan insan merkezciliğin kaynakları ve oluşturdukları sorunlar “derin ekoloji” olarak adlandırılan oldukça yeni olan bir düşünceyi gündeme getirmiştir.

DERİN EKOLOJİ
Derin Ekoloji, tüm yaşam biçimlerini birbiri için eşitleyen bir kavramdan söz eder. “İnsan , yaşamak ve yaşamaya bırakmak zorundadır” ilkesini savunur. Bu görüşe göre, insan da sistemin bir parçası olarak değerlendirilmeli ve “evrenin ekolojisi’ni değiştirme haklarının olmadığı bilinmelidir. Dolayısıyla insan zevkleri öncelikli olamaz. Derin ekoloji kavramı insan ve diğerlerine insanmerkezci düşüncenin ötesinde yeni bir bakış açısı getirmiştir. Derin ekoloji felsefesi, insanları doğanın bir parçası olarak görür. Buna göre insanlar doğaya karşı ya da ondan üstün değildir.

Derin ekoloji felsefesinde her canlının yaşam hakkı vardır. İnsan merkezci yaklaşımla doğayı tahrip ederek oluşturduğu kentte, yeşil alanlar ve hayvanlar da bulunmalıdır. Kentler ,sadece cansız varlıklar ve insanlar için değildir.İnsanlar ile birlikte yaşamaya alışmış hayvanların da kentlerde yaşamaya hakları vardır. Hayvanların bir ekolojik denge içerisinde barınma hakları da bulunmaktadır.

Naess ve Sessions’ın üzerinde anlaşarak formüle ettikleri derin ekolojinin ilkeleri sekiz noktada toplanmaktadır.Bu ilkelerden ilk üçü şu şekildedir;
1- Yeryüzündeki insan ve insan dışı yaşamın iyi durumda olması ve gelişmesi kendi başına değerlidir. Bu değerler insan dışı dünyanın insan amaçları için yararlı olup olmamalarından bağımsızdır.
2- Yaşam formlarının zenginliği ve çeşitliliği bu değerlerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunur ve kendi başlarına da bir değerdir.
3- Yaşamsal gereksinimlerini karşılamak dışında insanların bu zenginliği ve çeşitliliği azaltmaya hakları yoktur.

Derin Ekoloji’ye göre; spor olsun diye hayvanları, dişi için bir fili, kürkü için bir ayıyı öldürmenin insanın yaşamsal gereksinimlerini tatmin ettiğini söylemek zordur.
Derin ekoloji platformunun ikinci ve üçüncü ilkeleri yorumlandığında “yaşamın çok geniş tanımlı olduğundan ve tüm yaşam biçimlerinin kendi içlerinde değerleri olduğu söylendiğinden hiçbir şey yalnızca yararlı olup olmadığı açısından değerlendirilemez. Her şey saygıyı hak eder”denmektedir.

İnsan hayvan ilişkisinin tarihine bakıldığında; İnsanların hayvanlar hakkındaki düşünceleri uzun yıllar dini inançların ve Yunanlı filozofların etkisi altında kalmıştır. Her iki görüşte de hayvan türleri ve insan arasında temel bir farkın varlığına inanılmaktadır.Aristo, bütün hayvanların insanlar için yaratıldığını, Kant’ta, hayvanların kendi iradesi olmadığını ve dolayısıyla insanların yararına çalışan varlıklar olduğunu belirtmiştir. Bazı hastalıkların büyük ölçüde yok edilmesi; ilaçların geliştirilmesi, sınanması; organların nakledilmesi ya da fonksiyonlarının karşılanması için yeni operasyon tekniklerinin geliştirilmesi; hava, su ve besin maddelerinin kirlenmesinde zarar verici sınırlar hakkındaki bilgileri ve daha birçok bilgiyi insanoğlu deneylerde hayvanları kullanarak elde etmiştir.
Sonraları İngiltere ve Galler’de pek çok hayvanın durumunun düzeltilmesi için ilk pozitif çabalar hayvanların korunması konusunda gelen davalar yoluyla başlamıştır.

Hayvanlarla ilgili olarak 1885’te Ren’de balık avcılığına ilişkin düzenlemeler, 1900’de Afrika’da balık, kuş ve vahşi hayvanların korunmasına ilişkin sözleşme, 1902’de ziraate faydalı kuşların korunmasına ilişkin sözleşme, 1911’de fok balığının korunmasına ilişkin sözleşme gibi düzenlemeler yapılmış, iki dünya savaşı arasında ise bu türden sorunlar dünya gündeminde önemli bir yer tutmamıştır. Buna rağmen 1922’de uluslararası kuşları koruma komisyonu kurulmuş, 1931’de Balina sözleşmesi, 1933’te Afrika’daki hayvan ve bitki varlığının kendi ortamlarında korunmasına ilişkin sözleşme ile 1940 yılında Batı yarımkürede tabiat ve vahşi hayvanatın korunmasına ilişkin sözleşme imzalanmıştır. 1945’ten günümüze kadar ise Birleşmiş Milletler bünyesindeki bazı kuruluşlar ve sivil toplum örgütlerinin önemli çalışmaları olmuş ve halen de olmaktadır.

Doğal Varlıkların Hakları
Doğal varlıkların haklarına dayanışma hakları açısından bakılabilmektedir. Dayanışma hakları hukuki değere sahip değildirler. İnsanlık onuruna yakışır biçimde, yani doğru dürüst var olmak için kişilerin, grupların ve devletlerin içselleştirmesi gereken haklardır dayanışma hakları. Bu bağlamda ortak ana nokta, yasam hakkıdır. Asıl vurgulanması gereken, insan Hakları anlayışındaki değişimdir. “İnsan” merkezli insan hakları anlayışı artık aşılmıştır. 21’ inci yüzyılda insanın kendisinin de yeryüzü yaşam ortamının bir öğesi olarak algılandığı hak ve özgürlükler anlayışı geçerli olacaktır.

Bir dayanışma hakları olarak hayvan hakları da 15 Ekim 1978’ de Paris’te Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesini ile ortaya konuştur. Bu Beyanname de esasen insanların çevre ve hayvanlara karsı ödevlerini ortaya koymaktadır. Hukuk kuralını tayin edici olarak yine insan merkezdedir.Sürdürülebilir bir ekosistem için yaşamın homeostatik dengesinin korunmasında hayvanların sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürebilmesinin sağlanması akla gelmelidir. Çünkü hayvanlar da düşünür, hisseder, acı çekerler. Dünyanın en gelişmiş yaratığı, en yetkilisi insan olduğuna göre; insan, yetkinin getirdiği hak ve sorumluluk ile diğer hayvanları da korumak zorundadır.

İngiliz hukukçu ve filozof Bentham’ın meşhur ifadesi, günümüze kadar uzayan bu süreci en güzel şekilde ifade eder: “ Fransızlar, derinin siyahlığının, bir insanı çaresizce işkencecinin kaprislerine terk etmek için bir neden teşkil etmediğini anladılar. Gün gelecek bacak sayısının, derinin sık tüylülüğünün ya da kuyruk sokumu kemiğinin yapısının hisli bir varlığı kaderine terk etmek için yeterli neden olmadığı kabul edilecek. Bu konuda üst sınırı çizecek ölçüt başka ne olabilir? Mantık yürütebilme kabiliyeti mi, ya da belki konuşabilme yeteneği mi? Ama yetişkin bir at ya da köpeğin ,1 günlük, 1 haftalık, hatta bir aylık bir çocuğa nazaran çok daha makul ve iletişim kurulabilir olduğu tartışma götürmez. Ancak farz edelim ki tersi, neyi degiştirir ki? Soru ne “ Mantık yürütebilirler mi?”, ne de “ Konuşabilirler mi?” , ama “ Acı çekebilirler mi?” olmalı. Neden hukuk düzeni koruma kapsamına hisleri olan her varlığı almayı reddetsin? Zaman gelecek ve insanlık, koruyucu örtüsünü, içine nefes alan her varlığı alacak şekilde genişletecek…”.

Yaşam hakkı
Tüm formların yaşama hakkı ölçülemeyen bir evrensel haktır. Yaşayan hiçbir tür, bu belirli yaşama ve gelişme hakkına diğer herhangi bir türden daha fazla sahip değildir.

1545 yılında Saint-Julien köyü sakinlerinin Ambléve’li haşerelere karşı açtığı dava, bu çerçevede ilgi çekicidir , davayı, piskoposluk yargıcının böceklere atadığı avukat tarafından savunulan böcekler kazanmıştır.Yargıcın bu kararının gerekçesi ise, böceklerin de Tanrı tarafından yaratılmış olduğu, dolayısıyla, bitkilerle beslenme konusunda insanlarla aynı haklara sahip olduğu argümanı etrafında sunulmuştur.

Barınma hakkı
Hayvanlar, kuslar ve mahlûkatın tümünün, kendilerine has barınma yerleri vardır. Hayvanlar, kendi aralarında barınma yerlerini bölüşmüşlerdir. Her birinin kendisine has korusu, o korunun sınırları ve sınırları bekleyen bekçileri vardır. Bütün hayvanlar kendilerine yetecek kadar bir bölgeyi belirlerler. O bölgenin büyüklüğü ve genişliğini belirlemede hayvanların büyüklüğü ve yedikleri gıda türleri etkili olur.

Sınırlarını bir şekilde belirlediğimiz hatta onlara isimler koyduğumuz şehirler sadece insanların yaşam alanı değildir. Bu alanlar insanlar gelmeden önce başka canlılara aitken şimdi teknolojilerin varlığı güçlenen insanoğlunun diğer canlılarla aynı mekanları paylaşma konusunda saygı göstermesi gerekmektedir. Yaşam alanları tüm yaşam hakları içindir. İnsan, doğa ile birlikte var olduğuna göre doğa ile birlikte yaşamasını da öğrenmelidir.

Sokak hayvanları
Sokak Hayvanları sokaklarda yaşayan , sokaklarda doğmuş büyümüş veya sahipleri tarafından sokağa atılmış, sokakta yaşamak zorunda bırakılan hayvanlardır.

Kültürümüzde hayvanlara değer vermek, onlar içinde düşünmek hep gündemdedir. Osmanlı Devleti’nde ise, hayvanların bakımı ve korunmasına ilişkin uygulamalara büyük bir önem verilmiştir. Özellikle toplumsal dokunun bir parçası olarak kabul edilen sokak hayvanlarının beslenmeleri için vakıflar kurulmuş, vasiyetnameler düzenlenmiştir. Doğa ve hayvanlara gösterilen nezaket, Osmanlı Mimarisi’nde de yerini bulmuştur. Cami, medrese ve sarayların en çok güneş alan ve rüzgardan korunan yerleri seçilerek, buralara ‘Kuş Köşkü’ denilen taş ya da ahşaptan barınaklar yapılmıştır. Hatta sakatlanan göçmen kuşların tedavi edilip zamanında dönmesinin sağlanması amacıyla, leyleklerin göç yolu üzerindeki Bursa’da dünyanın ilk hayvan hastanesi “Guraba-hane-i Laklakan” kurulmuştur.
İstanbulda sokak köpekleri

Yolu İstanbul’a düşen birçok Batılı Seyyah’ı şaşırtan,hatta şoka uğratan şey şehir sokaklarında dolaşan köpek sürülerinin görünüşünden çok onlarla halk arasındaki ilişkilerdir. Jean Thevenot 18. yy’ın ortasında Voyage Levant’ta şöyle yazıyordu;

“Türklerden kimileri ölürken her hafta şu kadar kez şu kadar köpek , şu kadar kedi beslensin diye büyük servetler bırakırlar, sadakaları dağıtsın diye,fırıncılara,kasaplara para verirler,bu da sadakatle, titizlikle yerine getirilir. Hergün bir takım adamların ellerinde etlerle kedileri ya da köpekleri çağırmasını seyretmek çok keyiflidir. Hayvanlar etraflarını sarınca da etleri parça parça dağıtırlar. Burada Türklerin hayvanlara işlediği hayırlara yüz örnek verebilirdim, ki bunlar bize çok gülünç gelir;tepeden tırnağa örtülü pek çok insanın bir sokakta, yeni yavrulamış bir köpeğin başında durduklarını , üzerine basmasınlar diye hep birlikte taş toplayıp etrafında bir duvarcık ördüğünü ve böyle şeyler yapan nicelerini gördüm, ama okuru bu ipe sapa gelmez işlerle sıkmaya niyeti yok”.
Ancak XIX. yüzyılın son çeyreğinde giderek artan yeni şehircilik anlayışı ile birlikte bu hayvanlara yönelik bakış açısı değişmiş; toplumsal değerler giderek hayvanlardan uzaklaşmıştır.

O yılları Catherine Pinguet, “İstanbul’un köpekleri” adlı kitabında anlatmıştır. 1910 yılında, Sultan II.Abdülhamid’in tahtan indirilmesinden ve Jön Türklerin başa geçmesinden bir yıl sonra, İstanbul’daki Sokak Köpeklerinin kökünün kazınmasına karar verilmiştir. 29 Mayıs 1910 tarihinde köpeklerin Hayırsız Ada olarak bilinen Sivri Adaya nakledilmeleri kararı çıkmıştır.

Günümüzde ise; 2004 yılının Ocak ayında Hayvan Sağlığı ve Zabıtası ile ilgili düzenlemeye gidilmiş, altı ay sonrası ise 24.06.2004 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ile devam eden hayvanları korumaya yönelik yasa yürürlülüğe girmiştir. 11.09.2012 tarihinde Hayvanları koruma kanununda değişiklik yapılmasına dair Kanun Tasarısı şeklinde TBMM’ne sunulmuştur. STK’lar mevcut yasa da bazı farklı değişiklikleri öngörürken, Bakanlık bu yasa tasarısını çok daha farklı bir hale gelmesine neden olmuştur.

5199 sayılı kanunda yapılacak değişiklikler arasında geçen “uyutma” kelimesi ve sokak hayvanlarının toplanarak doğal yaşam parklarına götürülmesi başlıkları, tartışmaya neden olmuştur.

• “Sahipsiz hayvanlar barınaklarda kısırlaştırılıp aşılandıktan sonra sahiplendirilinceye kadar ormanlık alanlarda kurulacak ‘Doğal Hayat Park’larına yerleştirilecek”
Bu madde sayesinde sokaklardaki başıboş köpeklerin toplanarak “Doğal Hayat Parkı” adı altında ormanlık bölgelere bırakılması ihtimali bulunmaktadır. Ve sokaklarda çöpleri karıştırarak veya hayırsever insanlar tarafından beslenmeye ve bu şekilde yaşamaya alışmış köpeklerin ormanlık alanlarda yaşamlarını sürdüremeyecekleri kesindir.

Hayvanları öldürmek, ölüm kamplarına terketmek,zehirlemek onların yaşam haklarını ellerinden almak insanların karar veremeyeceği bir durumdur. Zehirleme kampanyaları şehir hayatına uyum sağlamış köpekleri itlaf etmek için son derece zalimce bir o kadarda etkisiz yöntemlerdir. Köpeklerin belli bir bölgede ortadan kalkmasıyla yerlerine yenilerinin gelmesi bir olur. Asayişi sağlamak için başvurulan diğer bir çare olan sığınaklarda başarısızlığa mahkumdur. Belediyeye ait köpek barınakları çoğu zaman köpeklerin balık istifi gibi yığıldığı, doğru dürüst beslenmediği ve bakılmadığı birer ölüm yuvasından farksızdır. Kimi derneklere göre ; hayvanların burada kendilerine bir yuva bulmak gibi bir şansı vardır. Ama Hayvanları Koruma derneği raporu yüzde birden daha düşük bir oranda köpekler kendine bir sahip bulmuş. Bunlarda genellikle iş yerlerinde ya da hapishanelerde bekçilik etmek üzere alınmışlardır. Barınaklardan sorumlu özel dernekler, akın akın gelen hayvanlara başa çıkmakta zorlanmanın dışında , çoğunlukla ciddi maddi sorunlarla da boğuşmaktadır. Kent içinde yaşayan sokak hayvanları populasyonunu belirli bir oranda tutmak için en uygun yöntem kısırlaştırmadır. Kentlinin konuya hassasiyetini artırmak için kampanyalar düzenlemek,halkı bilgilendirmek ve bu konuya bütçe ayırmak sorunları azaltacaktır.

Zoopolis
Güney Kalifornia üniversitesinde Profesör ve Sürdürülebilir şehirler projesi yöneticisi olan Jenifer Wolch , şehirlerdeki bazı alanların arazi planlama , mimari tasarım ve kamusal eğitim yoluyla doğal habitatlara dönüştüğünü düşlerken, “metropolis” sözcüğüyle uyaklı olan zoopolis sözcüğünü kullanmıştır. Şehrin çeperlerindeki “boş araziler” den (oysa insan dışındaki yaşam biçimleriyle doludur) ve araziyi “düzeltmekten” (düzleştirmek, doldurmak vs) söz edilirken şehircilik kuramlarının büyük çoğunluğu insan dışındaki canlı türlerini görmezden gelir.

Wolch, düzensiz şehirleşme ile ilgili tartışmalarda yaban hayatı konusunda hiç değinilmemiş olduğuna dikkat çekmektedir; Yeni şehircilik anlayışı sürdürülebilirliği sadece bir enerji kaynakları, ulaşım barınma ve alt yapı meselesi olarak tanımlama eğilimindedir. Wolch, hayvanları geri getirerek “şehri yeniden büyülü hale getirmek” ten söz etmektedir.

Zoopolis te hayvanları kentlerden uzaklaştırmadan, doğal yeşil alanlarda birlikte yaşamayı amaçlanmıştır. Kent tasarımında rol oynayan meslek disiplinlerinin bu sorunu basit planlamalarla halledilebileceği düşünülmektedir.Artık doğadan kopuk bir yaşantının insanları olumsuz etkilediği belirtilir. Yaban Hayatının neredeyse yok olduğu metropolislerde , bu canlıları kendi yaşam alanlarında koruyarak yapılacak olan tasarımların önümüzdeki yıllar içerisinde artacağına umutla bakılmaktadır.

Zoopolis akımında da belirtildiği gibi artık doğadan uzaklaşmış tasarımlardan ve kent planlamalarından da uzak durmamız gerekmektedir. Kent ekosisteminde yer alan her türlü canlıyı koruma adı altında planlamalar yapılmalıdır. Kentler de insan ile birlikte yaşamaya alışmış sokak hayvanlarını da bu planlamalar içerisinde düşünerek kent içerisinde belli yaşam alanları oluşturulmalıdır. Bu bağlam da Sokak hayvanlarının da belli bakım ve sağlık koşulları altında insanla ortak bir yaşamda yaşamasını sağlayacak alanlarda , onlara uygun yaşam alanları oluşturulabilir. Bu durum da kent yaşamanın şekillenmesinde önemli rol alan mimarlar, peyzaj mimarları, kentsel tasarımcılar ve şehir plancılarına büyük işler düşmektedir. Tabiki bu tasarımların hayata geçirilmesinde ve sürdürülebilirliğinde önemli rol alan Bakanlıklar ve Belediyelerde bu çalışmaların en kritik noktasını oluşturmaktadırlar.

Zoopolis akımında da belirtildiği üzere insan ve özellikle çocuk psikolojisi düşünülmeden tasarlanan kentler ileriki yıllarda bir çok problemlere neden olabilmektedir. Doğadan ve yaban hayatından uzaklaşmadan tasarlanan kentler ,ekonomik ve finansal kazacın dikkate alındığı kent planlama sistemleri tarafından önemsenmemistir. Sağlıklı kentler, sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir çevre ve sağlıklı bir toplum için oluşturulmak zorundadır.

Sağlıklı bir çevrenin ön koşulu , Arne Naess’in Derin Ekoloji Kavramında belirttiği üzere Doğa ile Sözleşme yapmaktadır. Doğa’ya en az zararı vererek , her türlü canlı yaşamına saygı duyulmak zorundadır. Sıcak iklim kuşağı içerisinde bulunan ülkeler sokak hayvanları kültürü olan bir ülkelerdir. Bu canlıların yaşam hakları ve barınma hakları düşünülerek, zaten onlar için çok zor olan beton yığınları arasında kentsel objeler tasarlanabilir. Bu objeler kente bir unsur katarken , hayvanlar içinde yemek yeme, su içme ve barınma yerleri oluşturur. Bu objelerin ve alanın bakım ve temizliği ile yetkilendirilecek olan görevli ve kamu kuruluşlarının yetki ve görevlerinde aksama olmamasının sağlanması önemlidir. Böylelikle kentsel alanlarda ortak kullanım gerçekleştirecek olan insan ve sokak hayvanları etkileşimi gerçekleştirilmiş olacaktır. Yiyecek ve barınma ihtiyaçlarını belirli bölgelerden alacak olan sokak hayvanları belli kentsel noktalarda toplanmış olacaktır.

Bu örnekler ile kentteki sokak hayvanları sorununu tamamen bitiremeyecek olsakta, kenti ,kentlileri ve sokak hayvanlarını ilgilendiren sorunlarda farkındalık yaratmak ve çözüm arayışları içinde olmak bireylerin en büyük görevidir.

KAYNAKÇA

  • Naess, A. (1994). “Derin Ekolojinin Temelleri”, Derin Ekoloji, (Der. G. Tamkoç), İzmir, Ege Yayıncılık.
  • Pinguet, C. (2008). “İstanbul’un Köpekleri” , Yapı Kredi Yayınları , çev.Saadet Özen.
  • Ünder, H. (1996). “Çevre Felsefesi”, Doruk Yayınları, Ankara, s.164-179.
  • Sungurbey, İ. (1999). “Hayvan Hakları” , İ.Ü. Basımevi Ve Film Merkezi, 2. Basım, İstanbul 1993.
  • Berksoy, İ. (2007). “Özel Hukukta Hayvan Hakları” ,Tez (YL), Marmara Üniversitesi Hukuk Anabilim Dalı,İstanbul.
  • Ferry, L. (2000). (Çev:Turhan Ilgaz) “Ekolojik Yeni Düzen Ağaç, Hayvan ve İnsan”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
  • Ilgar, R. (2007). “Türkiye’de Hayvan Hakları İhlallerine Coğrafi Açıdan Bakış Violations of Animal Right in Turkey from Geographical View” , Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 16, Sayı 1,s.347-360.
  • Louv, R. (2010). “ Doğadaki Son Çocuk; Çocuklarımızdaki Doğa Yoksunluğu ve Doğanın Sağaltıcı Gücü, Last Child In the Woods; Saving our Children from Natual Deficit Disorder”, Tubitak Yayınları.

 

Bu Haberi Paylaşın